ALINTI

Sabit Kemal Bayıldıran, Varlık, Ocak 2001

                                                  HAŞİV


Liselerimizde verilen edebiyat dersleri amacından saptırıldığı için, bu dersten sık sık yakınıldığını biliyoruz. Edebiyat gibi, estetik hazza yönelik bir dersin işkenceye dönüştürülmesi büyük bir başarıyla gerçekleştiriliyor ülkemizde! Öğrencilere bu derste "gazel hakkında bilgi" verilir; gazel okumanın zevki verilmez. Romanın özellikleri madde madde yazdırılır, bunlar yazılıda sorulur. Bu maddeleri ezberleyen çocuk edebiyat dersinde başarılı olur, hayatında bir roman bile okumamış olsa da. Uyak çeşitleri, uyak düzeni daha ilk baştan verilir öğrenciye. Şiir çeşitleri ezberletilir: Lirik, didaktik, dramatik, pastoral, satirik... Oysa öğrenci şiire çok çok uzaktır; kendisine şiir diye sunulanlar manzumeden öte değildir. Bu öğrenciler şiir yazmaya kalktıklarında da "Sen el bahçesinde bir çiçek/ Ben çaresiz bir kelebek/ Sevgilim söyle bana/ Ayrılık ne zaman bitecek" benzeri manzumeler çiziktirirler. Sonra başımızı ellerimiz arasına alıp kara kara düşünürüz, Türkiye'de niçin kitap okunmuyor diye.



Öğrencilerime kitap konusunda bir kompozisyon yazdırmıştım. Öğrencilerimden biri mealen, "Müdür gelir, kitap okuyun, der. Öğretmen gelir, kitap okuyun, der. Annem, babam aynı şeyleri söyler. Oysa ben hiçbirinin elinde kitap görmedim." diye yazmış, en önemli yaraya parmak basmıştı.

Edebiyat derslerinin bu kadar zevksiz geçmesinde en büyük suç devletin kuşkusuz. Devlet, müfredatı belirlerken öğrenciyi güzellikle karşı karşıya getirmek amacında değil. Devletin amacı öğrenciye bir şeyler empoze etmek. En büyük empoze de "Bizim çok büyük bir edebiyat geçmişimiz var"dır. Edebiyat kitapları XI. yüzyılda yazıya geçmiş göçebe ağıtı olan "Alp Er Tunga öldü mü/ Issız acun kaldı mı" dizeleriyle başlar. Bu dizelerin kentli bir öğrenciye ne vereceği düşünülerek mi konulmuştur kitaplara? Günümüz gençleri bu dizelerden estetik haz alabilir mi? Bir şeyin tarihsel değeri, önemi başkadır, estetik haz vermesi başkadır. Bir kişi Hıristiyan da olsa, Süleymaniye Camisi'ni gezdiği zaman bir estetik haz duyar, orada bir mekanın nasıl güzel kılınacağının somutlanması vardır. Ancak Hititlerden kalma bir taş, tarihsel öneme sahip olabilir, bu açıdan değerlidir de; ama bir sanatsal değeri olmayabilir. Lise edebiyat kitaplarına bir metin, tarihsel öneminden dolayı değil, estetik ve düşünsel değerinden dolayı alınmalıdır. Bu nedenle, lise kitaplarına sadece çağdaş yazarların estetik haz veren eserlerinden örnekler konulmalı, çocuğa okuma zevki aşılanmalıdır. Çünkü liseden mezun olacak kişi "edebiyatçı" olmayacaktır; o, doktor, mühendis, eczacı, maliyeci... olacak, mesleğini icra ederken de roman, öykü, şiir okuyacaktır. Oysa ülkemizde edebiyat dersleri tam tersi bir sonuç doğuruyor. Ben kitap okumam, edebiyatçı değilim, diyor insanlar. Sinemaya sadece 'sinemacı'lar mı gidiyor? Müziği sadece 'müzisyen'ler mi dinliyor?

Şiir okumak neden şairlerin işi -onlar da okursa!- oluyor?

Edebiyat derslerinin zevksiz geçmesinde en önemli etkenlerden biri, üniversitelerimiz. Üniversitelerimizde edebiyat dersleri bir estetik dersi değil de 'edebiyat tarihi' dersi olarak işlenir. Bu, edebiyat kürsüsünün kurucusu Fuat Köprülü'den gelen bir gelenektir. Köprülü'nün tarihçiliği, bizim üniversitelere damgasını vurmuştur. 0 yüzden, falan şairin saraya hangi tarihte değil, hangi ayda intisap ettiğini araştıran profesörümüz "Mehmet Emin iyi bir şairdir; çünkü milliyetçiydi." ya da "Akif büyük bir şairdir; çünkü iyi bir Müslüman'dı, dürüsttü." gibi yargılarda bulunabilir. Tabii bir başka ortamda da şöyle yargılara rastlamak çok olağan karşılanır. "Dinamo büyük bir şairdi; çünkü yurtseverdi, acılar çekmişti." Bu yargılar birbirinden ayrı dünya görüşünün yaklaşımı olsa da, hepsinin mantığı aynı: Benim gibi düşünen iyi şairdir!

Bu anlayışla mezun olan edebiyat öğretmeni, elbette 'öğretmen' olamıyor, 'edebiyat memuru' oluyor. Üniversiteden mezun olduktan sonra, kitap almayan, kitap okumayan öğretmenler öğrencilere edebiyatı nasıl sevdirecekler? Öğretmenin öğrenciye kitap okumanın yararlarını anlatması yetmez, kendisi kitap okuyarak, yeni kitapları sınıfta tanıtarak onları kitap okumaya yönlendirmelidir.

Bu sözler, çeşitli mesleklerden okumayan insanlar için söylendi. Ama edebiyat öğretmeninin edebiyattan uzak kalışı kadar tuhaf bir durum 'şairlik' mesleğini seçenlerde görülüyor. Bir araya gelmemiş iki sözcüğü bir araya getirdik mi şair oluyoruz zehabına kapılan şairler, edebiyat konusunda farklı bir bilgilenmenin gerektiğini bilmek zorunda. Türkiye'de üç bini aşkın 'şair' var günümüzde. Ama şiir kitapları bin satmıyor! Şiir üzerine yazılan kitapların yüzüne bakan yok! Hiç şiir okumadan şiir yazan, bu şiirleriyle ödül alan şairler tanıyorum. Oysa edebiyatın en zor kolu şiirdir. Çünkü en eski türdür, imkanları sonuna dek zorlanmıştır. Şiirde yeni bir ses, eda yaratmak çok zorlaşmıştır. Ama 'şair'ler 'Allah vergisi' yeteneklerine güvenip yaz babam yazıyorlar. Tamam, ilk dize 'Allah vergisi' ama sonrasının 'çalışma' olduğunu unutuyorlar. "Çalışma" sözcüğünün altında araştırma, inceleme anlamı da var.

Batılılaşmayla birlikte, kültür geçmişimizden koptuğumuz bir gerçek. Şairler, lise öğrencisi değiller, şiirimizi geçmişiyle çok iyi bilmek durumundalar; en azından şiirimizin doruklarını: Yunus, Pir Sultan, Karacaoğlan, Nesimi, Fuzuli, Baki,Nedim, Şeyh Galip...

Şiirimizin terimlerini, kurallarını, estetik aşamalarını özümsemeyen kişinin iyi bir şair olması şansı çok zayıftır. Sözgelimi Arapça 'istiare' sözcüğünü kullanmaktan kaçınıp Batılı olduk ve 'metafor' demeye başladık. Bu ikisinin aynı olduğunu bilmezsek ne olur? İmgenin bize Batı'dan geldiğini sanırız. İstiare, imgenin kendisi değilse de, en önemli öğesi. Birçok imgenin temelinde istiare yatar. Bunu bilmedik mi, Osman Serhat Erkekli gibi, iyi bir şair, şiir üzerine kafa yormuş bir kişi, "İkinci Yeni -her ne kadar 80 sonrası şiir onu bir salataya dönüştürse de- imgeyi kazandırdı şiirimize. Yahya Kemal'de, Nazım Hikmet'te, Fazıl Hüsnü'de imge olduğu kanısında değilim. Belki Ahmet Haşim'in 'sonsuz iri güller' tamlaması bir imgedir." (1) diyebiliyor. Şimdi Cemal Süreya'nın Üvercinka'sındaki

"Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız"

dizesinde imge bulanlar, Nazım'ın şu imgesini nasıl görmezler, şaşarım:

" Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,/ ölülerimizin başına basarak/ yükseliyoruz/ güneşe doğru!"

Nazım bu dizeleri 1929'da, Cemal Süreya ise yukarıdaki dizeyi 1956'da yazar. İki şairin muhayyilesi (imgelemi) kıyaslanamaz bile!

Bütün bunları, şairlerimizin edebiyatımızı, özellikle şiirimizi, geçmişiyle, derinlemesine bilmeleri gerektiğini belirtmek için yazdım.

Şairlerimizin bilmesi gereken bir terim de "haşiv". Osmanlılar bu terimi Arapça aslı gibi "haşv" diye söylüyorlardı. Sözcük anlamı "yastık, minder, yatak gibi nesnelerin içine doldurulan şey, kıtık"tır. Edebiyat terimi olarak, Türk Dil Kurumu'nun Yazın Terimleri Sözlüğü'nde 'haşiv', 'kıtık' biçiminde Türkçeleştirilmiş. Kitapta bu sözcük şöyle açıklanmış: "Gereksiz sözcük kullanarak sözü uzatma. Bir düşünceyi sözcükleri yineleyerek anlatma." (2) Verilen örnek de şu: "Lise okulu. Ben bugün ile bugünden önce geçen dünkü günün olaylarını bilirim; bugünden sonraki gelecek yarınki gün ne olacağını bilmem." Örnekten de anlaşıldığı gibi, sözlüğü hazırlayanlar, bir sözcüğün içerdiği anlama, başka bir sözcüğün eklenmesini haşiv diye niteliyorlar. Ya da "yarın" yerine "yarınki gün" demenin haşiv olduğunu belirtmişler. Tahir-ül Mevlevî, haşvi "Edebiyatta ibareler arasında kalabalık eden söz" diye tanımlamış.(3) Burada kalabalık etmek, hiçbir işlevi olmamak anlamında. Yusuf Çotuksöken sözcüğü 'şişirme' diye Türkçeleştirmiş ve şöyle açıklamış: "Anlama katkısı olmayan gereksiz sözcükler kullanma, bir düşünceyi sözcük yineleyerek anlatma." (4)  L. Samii Akalın (5) olsun, İskender Pala (6) olsun, Mustafa Nihat Ozon (7) olsun, terimi hep "gereksiz sözcük"le ve "eşanlamlı sözcüklerin bir arada" kullanılması olarak tanımlamışlar. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi'nde (8) "haşiv" maddesi, bunu en ayrıntılı açıklayan Tahir-ül Mevlevî'nin eserinden özetlenmiş olarak aktarılmıştır.

Tahir-ül Mevlevî, terimi açıklarken önce ikiye ayırıyor: a) müfsid (bozan kıtık), b) gayr-i müfsid (bozmayan kıtık). Tahir-ül Mevlevî'nin verdiği manzum örnekler, bu terim Kapıkulu edebiyatına ait olduğu için, doğal olarak, divanlardan ve Muallim Naci'den. Aşağı yukarı haşivle ilgili her maddede Şeyh Galip'in
" Var mu hele söylenmedik söz / Kalmış mı meğer denilmedik söz" beyti örnek olarak verilmiş. Birinci dize ile anlatılanın ikinci dizede yinelenmesi, haşvi oluşturuyor.

Eski şiirimizde kullanılan bu terim, bugün dilimizde yaşamıyor.İçeriği bile bilinmiyor! Bence bu terim, eski şiirimiz için kullanıldığı kadar, çağdaş şiirimiz için de kullanılmalı. Şiirde işçiliğin çok önemli olduğunu herkes söyler. Ama şiirde işçiliğin başında haşivden kaçınmak geliyor. Çünkü şiir, edebiyat türlerinin en yoğunudur ve haşiv, yoğunluğu yok edici en önemli neden. Şiiri çarpıcı kılan öğelerin başında özlü, çok katmanlı oluşu yatar. Şimdi Mine Mengi'ye kulak verelim: "Fazla ve gereksiz kelime kullanımından kaçınmak ise hemen her dönemde ve coğrafyada şiirin başarısını etkileyen nitelikler arasında sayıldığı gibi, eski şiirimizin de aranan özelliklerindendi... divan şairlerimiz buna münakkahiyyet diyorlardı. Eskilere göre münakkahiyyet, dilde kelime tasarrufuyla birlikte veciz anlatımı da gerektirmekteydi. Yani yoğun ve dolgun, özlü anlatım, münakkah şiirin vazgeçilmez özelliğiydi. Daha açıkçası, eskiler az sözle çok anlam ifade etme peşindeydiler. Buna da îcaz hatta tam karşılığı, aranan, beklenen üslup karşılığı olarak 'îcaz-ı makbûl' demişlerdi. 'Haşv, münakkahiyyet, îcaz-ı makbul' terimlerinin bilinmemesi, bunların içeriği doğrultusunda çalışılmaması, şiirimizde birçok bozulmaya, sarkmaya neden olmaktadır. Şair, şiirini yazdıktan sonra, gereksiz sözleri, şiire bir şey katmayan dizeleri şiirden hiç acımadan söküp atmalıdır. Bunu yapamazsa, şiiri gereksiz yere şişirmiş olur." (9)

Bu konuda en dikkatli şair, bilebildiğim kadarıyla, Necatigil olmuştur. Necatigil'in şiirlerinin bir bölümünü ilk haliyle gördüm. Daha sonra bu şiirler yayımlandığında birçok sözcüğün atılmış olduğunu görmüşümdür. Necatigil bunu yaparken, hem haşivden kaçıyor, hem de okurun imgelemine pay bırakıyordu. Zaten haşiv terimini ilk kez de Necatigil'den duymuştum.

Bu yazının amacı da genç şairlerin dikkatini bu terime çekmek ve çağdaş şiirimizden örnekler vererek onları daha dikkatli olmaya davet etmek.

Haşvin müsebbiplerinin başında ölçü yer alır. Şairler ölçüyü tutturmak için gereksiz sözcük kullanırlar. Hele hece şiirlerinde "bir, ben, sen, an" gibi tek heceli sözcüklerin önemli bir bölümü haşivdir. Şair, dizede bir hece eksik olunca, yukarıda verdiğim örnekler gibi sözcükleri araya sıkıştırıverir.

Aruzla yazan Haşim "Hüznüm yine senden bana, matem yine senden" dizesinde altı çizili sözcüğü gereksiz kullanmış. 'Hüznüm'deki iyelik eki bu anlamı zaten içeriyor; öyleyse "bana" sözcüğünü kullanmak gereksiz. Ama bu dizede "yine" sözcüğünün yinelenmesi, dizeye anlam kattığı için gereksiz değildir. Haşim'in "Gülüşlerin mi çiçek yoksa dudakların mı çiçek" dizesinde iki 'çiçek'ten biri (özellikle ikincisi) çıkarılırsa, dizede hiçbir anlam daralması olmuyor. Öyleyse bu sözcük gereksiz.

Necip Fazıl'ın "Öyle bir yüksel ki sen toprağımda/ Görenler ruhumu tütüyor sansın" dizelerinde "sen" sözcüğü gereksiz; çünkü "yüksel" eylemi, burada söylenmemiş "sen" öznesini de kapsıyor.

Milli Edebiyatçıların üstadı Mehmet Emin, ölçüyü tutturacağım diye Türkçe'yi katleder: "Dört-ufku dolduran bu ses her yeri / Zelzele oluyor gibi titretti/ Binlerce akisler sanki gökleri / Kıyamet kopuyor gibi titretti".

Bu dörtlüğün elle tutulur yanı yok. Bir kez "oluyor/kopuyor" sözcükleri uyak olsun diye kullanılmış ama bu sözcükler uyaklı değil; her ikisi de haşiv. 'Gök'ün çoğul kullanılması, dizeye abartı anlamı katıyor; peki 'binlerce' dedikten sonra ‘akis'in çoğullanması niye?

Zaten bu açıdan hecenin hangi şairini ele alsanız dökülür. En usta sayılan Faruk Nafiz'in şu dizelerine bakalım:

"Toprağın rengi kanımdan kızarırken yer yer,/ .../ İşte ben bekliyorum, göğsüm açık, bağrım açık".

Şimdi dizeleri, altı çizili ek ve sözcükler olmadan okuyalım. Hiçbir anlam daralması yok! Peki neden kullanmış bunları? Hece sayısını tutturacak da ondan! "Toprak kanımdan kızarırken" deseydi şair, okur renkten başka bir şeyin mi kızaracağını anlayacaktı? İkinci dize "Bekleyen benim, göğsü açık, bağrı açık" biçiminde olsaydı, burada "benim" sözcüğü gereksiz olmazdı; çünkü bu kullanış "başkası değil" anlamı içerir. "Ben"i kullanırken çok dikkatli olmak gerek. Birinci tekil kişi iyelik eki ya da eylemin kişi eki "ben" sözcüğünü içeriyor olabilir. A. Kadir "Dağ Başında" adlı şiirinde şöyle diyor:

"Benim güzelim/ benim ceylan bakışlım/ benim kafamın ateşi,/ yüreğimdeki."

İlk iki 'benim' sözcükleri işlevsel olduğu için gereksiz değil; ama üçüncü 'benim' sözcüğü 'kafamın'daki iyelik eki nedeniyle gereksizdir. Ayrıca şair 'yüreğimdeki ateş' demek istemiş, burada da tamlama yanlışı yapmıştır: 'Benim yüreğimdeki ateşi', 'benim yüreğimdeki kafamın ateşi' ya da 'benim kafamın yüreğimdeki ateşi' gibi...

Sözgelimi Nazım "Hoş geldin kadınım benim hoş geldin" derken haşiv tuzağına düşmüyor. Burada altı çizili zamir, biçimsel olarak gereksiz görünüyorsa da dizeye sevgi ve özlem kattığı için haşv-i melih'tir (hoş haşiv: Gereksiz gibi görünüp anlam zenginliği katan). "Bu pastaları senin için ellerimle hazırladım." cümlesinde olduğu gibi. 'Ellerimle' sözcüğü, karşımızdakine verdiğimiz değeri belirginleştiriyor. Ama Faruk Nafiz "Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine / Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek" derken 'yine'yi gereksiz kullanmış; çünkü 'de' bağlacı aynı anlamı veriyor. Faruk Nafiz "Çoban Çeşmesi"nde "Mermeri oyardı, taşı delerdi" derken çok değişik bir haşve düşüyor. Dizeden sanki 'mermer' taş değil, farklı bir şeymiş anlamı çıkıyor!

Hececi Orhan Seyfi'nin "Olürsem yazıktır sana doymadan" dizesini çoğaltan bir başka hececi Ahmet Kutsi Tecer, bu kötü dizeyi daha da kötüleştirir:

"Eğer bir gün ölürsem gençliğime doymadan
Kumral başımı senin dizlerine koymadan".

'Eğer' sözcüğü gereksiz, çünkü eylem dilek-koşul eki almış. 'Senin' sözcüğü olmasaydı ne gibi bir anlam kaybı olurdu? Ustası Orhan Seyfi "Hiç seni unutmadım / Daima hatırladım" diyor. Yine insaflıymış, ardından "Sürekli andım" da diyebilirdi! Ömer Bedrettin Uşaklı "Bu sır kelimelere, sözlere bürünmeden / Kalp çırpıntımız gibi içimizde yaşıyor." derken de haşve düşüyor. 'Kelimelere' sözcüğü gereksiz; çünkü 'söz'ün içinde 'kelime' de var.

Daha çok sözcük düzeyinde haşiv örnekleri üzerinde durduk şimdiye dek. Ama şiirin, kıtanın bütünlüğü içinde haşiv olan dizeler de var. Şair, belli bir biçime kendini mahkûm ettiyse, haşve mahkûm oluyor. Sözgelimi bir şair "Bu kitabımdaki şiirler 10+1 dize olarak yazılacak" diyorsa, olur olmaz haşve düşecektir. Çünkü şiirinin içeriğinin gerektirdiği biçimi aramıyor şair, belli bir kalıba içeriği sığdırmak durumunda. İçerik büyük gelirse, Nasrettin Hoca'nın leyleği gibi, kuşa benzer. Yok, biçim büyük gelirse, işte şair o zaman içeriği sündüre sündüre serçeyi leylek kılar. Buna güzel bir örnek Cahit Sıtkı'nın "Otuz Beş Yaş Şiiri"dir. Cahit Sıtkı, otuz beş yaşın şiirini yazacağım diye şiiri 35 dize yapmak gereği duymuş, şiiri sarkıtmıştır:

"Gökyüzünün başka rengi de varmış
 Geç fark ettim taşın sert olduğunu
 Su insanı boğar, ateş yakarmış
 Her geçen günün bir dert olduğunu
 İnsan bu yaşa gelince anlarmış."

Yukarıdaki kıtada ikinci dize bütünü kapsayacak kadar güzel ve dolgun; kapıkulu şairlerinin 'sehl-i mümteni' dedikleri cinsten. Şair, öbür dizeleri atsaydı, şiir hiçbir şey yitirmezdi, tam tersi, yoğunluk kazanırdı.

Aruzla ya da heceyle yazanlar, beyte, dörtlüğe ve ölçüye mahkûm oldukları için genellikle sözcük düzeyinde haşve başvuruyorlardı. Belli kalıplar ve ölçü aşılınca, haşve düşmemek için daha da dikkatli olmak gerekiyor. Aruzcularla hececiler, biçimin getirdiği zorunlulukla, yoğunluğa da özen gösterdiler. Yoğunluğu temel alanlar çok iyi şiirler ürettiler. Ama kalıplaşmış biçimler kalkınca, yinelemeler, gereksiz sözcükler, dizeler aldı başını gitti. Dil tadı yaratıyor diye kimi haşivlere gözyummak gerektiğine inanıyorum; ama dil tadı vermek koşuluyla! Örnekse Cahit Külebi'nin o güzelim şiiri "İstanbul":

"Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak."

Dizelerde, 'ayrı', 'unutmak' sözcüklerinin yinelenmesi şiire müthiş bir güzellik katmış. Beşinci dizede 'ne çabuk' sözcüğünün kullanımı haşivdir; çünkü "geçiverdi" birleşik eylemi zaten tezliği içeriyor. Ama yine de bu 'ne çabuk'un şiire 'hayret, şaşkınlık' anlamı kattığına inanıyorum ya da onu böyle algılamak hoşuma gidiyor.

Ama Cemal Süreya'nın "Adam yıldızlara basa basa yürüyordu / Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı." dizelerinden ikincisi bir başka türlü haşiv. Zaten kişinin yıldızlara basması, yağmur sonrası ıslak asfaltta yürüyen adamı anlattığı için, şairin okura ayrı bir açıklama yapması gereksiz. Cemal Süreya, İkinci Yeni'nin Ece Ayhan'la birlikte büyük ustasıdır. 0 güzelim "Ülke" şiirinde:

"Bir başak ufak ufak bildirir Konya 'yı
0 başakta, o Konya 'da seni ararım
Ben şimdilerde her şeyi sana bağlıyorum iyi mi
Altın ölçü çift ölçü ve altın karşılıksız
Para basma yetkisini Fırat'ın suyunu Palandöken'i Erzincan'ın düzünü asma bahçelerini Babil'in
Antalya'nın denizini o denizin dibini
Beş türlü yengeç yaşayan sularında
Çağanoz âdi pavurya çingene pavuryası ayı pavuryası bir de çalpara"

derken, üçüncü dizeyi örnekledikçe örnekler. Bu, şairin yavrusuna kıyamamasıdır. İkinci Yeni'nin Gerçeküstücülükten aldığı olumsuz bir özelliktir. Gerçi Gerçeküstücüler bilinçaltını otomatik bir biçimde aktarıyor, işe bilinci katmıyorlardı; İkinci Yenicilerin çoğu yazdıklarını bu yöntemle yazmış olmasa da, onları bu anlayışla kırpmıyorlardı.

Edip Cansever'in çok sevdiğim "Mendilimde Kan Sesleri" şiirinde o güzelim dize "İnsan yaşadığı yere benzer"den sonra, şair kendini tutamaz, şuna da benzer, buna da benzer diye şiiri sarkıtır. "Gül Kokuyorsun"da daha da sarkıtır şiiri. "Her şeyin üstüne bir gül işlenecek" dedikten sonra coşar:

"Saçların, alınların, göğüslerin üstüne
Yüreklerin üstüne
Beyaz kemiklerin
Mezarsız ölülerin üstüne
Kurumuş gözyaşlarının
Titreyen kirpiklerin üstüne
Kenetlenmiş çenelerin üstüne
Ağarmış dudakların
Unutulmuş çığlıkların üstüne
Kederlerin, yasların, sevinçlerin üstüne
Her şeyin üstüne bir gül işlenecek"

Bir anı okumuştum; Can Yücel, eşiyle Edip Cansever'in evine gider. Orada Cansever'in başka dostları da vardır. Cansever, Güler'i sıcak karşılar, ama Can Yücel'e yüz vermez. Güler nedenini sorduğunda Cansever "Can benim şiirimi aldı, bu fazla, bu fazla diye birçok dizemi çizdi." der. Güler "Ama sen Can'ı seversin!" diye karşılık verir. Cansever "Niye?" diye sorunca, Güler işi tatlıya bağlar: "Çünkü sen 'can'seversin."

Keşke Cansever, Can Yücel'in eleştirilerine kulak verseydi. İkinci Yeniciler için 'biçimci' derler. Çoğu için 'savruk' demek daha doğru olur gibime geliyor!

Bu satırları yazmak nereden mi geldi aklıma? Bahçe dergisinde (Yaz 2000, s. 19), genç olduğunu sandığım F. Nevin Özsu'nun şu dizelerini okudum da ondan:

"Kadın güzeldir; tıpkı bulut gibi, yumuşak kollayıcı...
 Kadın güzeldir; tıpkı gözyaşı gibi, bazen masum, bazen aldatıcı..."

Dizelerin şiirsellikten yoksunluğu bir yana, 'gibi'nin olduğu yerde 'tıpkı'ya ne gerek var? Yolun başında olan şairlerin şiirin ağır işçisi olmaya soyunmaları gerekiyor. Şiir yazmak ciddi bir iştir. Yirmi dört saat şiir düşünmek, şiiri araştırmak, şiiri yaşamak gerekiyor. Dille, şiirin geçmişiyle cebelleşeceksin, uzun soluklu olacaksın ipi göğüslemek için.

Kolay gelsin!

_______________________________________________

1) Osman Serhat Erkekli "70 Kuşağı Üzerine Notlar", Şiir Odası, Kasım 2000, s.11.

2) Tahir Nejat Gencan vd., Yazın Terimleri Sözlüğü, Ank. 1974.

3) Tahir-ül Mevlevî, Edebiyat Lügatı, Enderun Kitabevi, İst. 1973.

4) Yusuf Çotuksöken, Dil ve Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Cem Yayınlan, Ist. 1992.

5) L. Sami Akalın, Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Varlık Yayınları, 6. baskı, İstanbul, 1984.

6) İskender Pala, Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, üçüncü baskı, Ist. 1994.

7) Mustafa Nihat Özon, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, İst. 1954.

8) Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi,

Dergâh Yayınlan, s. 4.

9) Mine Mengi, Divan Şiiri Yazıları, Akçağ Yay., Ankara 2000, s. 69.

-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder