ANTİMEDYA - 1999

Antimedya. "Haftalık, küçük, kaçık, bağımsız dergicik."
                  
Yayımı 17 Ağustos depremi sonrasında yaşanan kargaşa ortamında aksaklığa uğradı. Bir süre internet üzerinden sürdürüldüyse de sahibinin
(Süleyman Yıldız) sanal dünyaya ısınamayışı yüzünden ardı gelmedi. Parasızlıktan alan adını bile elimizde tutamadık. Hay canım ülkem!

Süleyman'ı günün birinde Antimedya'nın öyküsünü buraya kendi ağzından aktarması için ikna edebilmeyi umuyorum. Şimdilik elim erdikçe dergideki yazılarımı eklemekle yetineceğim.

Ekşi'ye de göz atabilirsiniz bu arada: https://eksisozluk.com/antimedya--128099 













ANTİMEDYA YAZILARI:

Nisan
____




FİKRİYENİN FİKRİ

Boyalı parmağıma bakıp bakıp üşüyorum. Düşünüyorum. Bu azınlıktalık, bu kimsesizlik, bu -sağım- solum- ebem yok ki- duygusu nasıl aşılacak? Aşılamazsa kitleyle nasıl buluşulacak? “Ne mozaiği ulan” benzeri incilerle kurtulamayız ki biz, ne kitlesi ulan - filan- ve de- falan, diyemeyiz ki, derdimiz günümüz kitle - ille de. Biz kitlesiz, bir hiçiz!

Kitleyle kütle arasındaki farkı da bilmiyoruz üstelik, belki bu yüzden kaybediyoruz. Kazananlar kitleyi kütle hâlinde “götürüyor”ken bize fal taşları kalıyor gözlerimizdeki. Yanılıyoruz. Hep biz. Kütlesel yanları, tarihsel \ dinsel \ ırksal -asla sınıfsal değil- hep atlıyoruz.

ULUSAL DEVRİM sonunda ulaştı ulaşacağı yere, herhalde ve inşallah ama bize ne? “ İmtiyazsız sınıfsız kitle” bizi ısrarla görmüyor desek bir türlü, biz o kitleyi -ısrarla- görmüyoruz desek başka türlü. O kitle henüz kendine geliyor ve biz ayılan, (ağır mı ağır bir ameliyattan ayılan) hastanın odasına gizlice girmiş, o ayıla dururken getirdiğimiz nevaleyle içimizin kazıntısını bastırmaya çalışan, (nevalenin azlığı nedeniyle de pek bastıramayan) “ziyaretçiler” gibiyiz. Kitle gözünün birini aralayıp “neredeyim” mi diyor? Biz elimizde haritalar, pusulalar, raporlarla koşturana kadar, uyanık hastabakıcılar “buradasın canım, güvendesin, biz yanındayız” deyip, kolonya yetiştiriyor. Biz “aman, ayılan hastaya kolonya olur mu-olmaz mı” diye fikir uçuşturuyoruz, (denizde kum, bizlerde fikir zaten) hasta açtığı öteki gözüyle başucunda çırpınırken gördüğünü dostu belliyor.

Bahçemiz de bahçıvanlarımız da aynı ama aşılarımız farklı. Aşılar gülleri biçimce değiştirir ve ahmak güller kendilerini bi şey sanıp ahkâm keserek GÜLünç olurken birileri de GÜL oluverir tamam da biz binlerce tırnak içinden gelerek -hem de- biliyor değil miyiz bunları? Ya da biliyor olmalı değil miyiz? Eee, öyleyse ne bu hâlimiz? Uyanık hastabakıcılar da bizim, hasta da bizim, biz de onların, aşının iyisi de bizde, eee? Yüreğimiz iyi de elimiz mi korkak ve yavaşız bu yüzden, hıı? Soruyor ve yanıt arıyorum erenler, bu ülkenin hâli hâl değil de, ne olacak bizim hâlimiz, esas soru bu. Sorun da bu.







FİKRİYE’NİN FİKRİ TAYYİP’E KARŞI

Denizde kum, bizde fikir diyorum ya, ölüyorum bu durumun nedenini saptayacağım da fikrime fikir katacağım diye. Kendimce bulduğum ya da yakıştırdığım nedenler var elbette de dayanak aramaktayım, kanıt yani. Çünkü bizimkiler aldırmaz asla kanıtsız kaynaksız fikirlere, bir de böyle bir sağlamcılıkları vardır. Hani o uçuşan fikirler haybeden uçuşmuyor, bu da bilinsin de, öyle gülünsün.

Karşıtıma dönüşeceğim diye uğraşan “diyalektik kararlılarımız” bir yana, bizimkiler ince fikirlidir çok. Kararsızdırlar mecburen. Belki o konuda -konu her neyse- bilmedikleri bir husus vardır, yanlış bir laf ederler diye konuşmayanlar da; onca büyük yazar var, estağfurullah deyip, yazdıklarını asla yayınlamayanlar da; bu işi benden iyi yapacak biri bulunmaktadır mutlaka deyip bekleyenlerle, üstlerine vazife olmasa da sırf toplumsal sorumluluk yüzünden bir şeyleri üstlenenler de; burjuva âşıklarına benzememek için âşık değilmiş gibi yapanlarla, tek başına dondurma yalamayı bile suç sayanlar çıkar bizden. Bizden çıkar. Hattâ pek beğendiğim bir parti var, başkanı başkan gibi görünmemek için neredeyse hiç görünmüyor!

Niye dedim bunları ben şimdi? Düşündüm çünkü. Yine. Az önce bir klip izledim kanalın birinde, modaya uygun bir şiir klibi idi, “Ya sabır”lara boğuldum. Kahroldum. Niye? Biz hiç akıl etmiyoruz bunları diye!

Şairlerin en hasları bizde, şiir okuyanların da; hapse giren çıkan deseniz, onların da en hasları bizde. Ne doçentler, ne profesörler, ne yazarlar, ne çizerler, ressamlar, şairler, şarkıcılar, türkücüler, tiyatrocular filan, ne ararsanız bizde, belediye başkanları da dahil. Sorarım size, kimin aklına geldi bir şiir kaseti doldurmak? Geldiyse de kazara, ayıp olur \sömürmek olur\ abartmak olur türü iç engellemelerle, böyle bir şeyi düşünmüş olmaktan bile utanç duymuşlardır. Çok çok, biraz kamuoyu oluşturmak niyetine, biraz “halkımız” bunlardan haberdar olsun bilinciyle, bir kaç yazı, bir kaç röportaj, hepsi hepsi budur! Belki eskiden parasızlık da vardı engel olarak ama artık kim dolduramaz kaset dediğini, yeter ki istensin! Ama biz utanırız; yoksa ne Ragıp Duranlarımız ne Eşber Yağmurderelilerimiz var! Manisalı bebelerimiz bile haber programlarında söyledikleri türküleri kaset yapsalardı olurdu. Olmazdı. Elbette. Kim alacaktı ki o kaseti? Biz böyle bir kaseti satın almaya da utanırız. İnce fikirliyiz çok. Çok. Neyse ki. Hâlâ.

Ama artık yayılıp açılmanın bir yolunu bulsak diyorum ince kıyım yok edilmeden top yekûn. Böyle diyorum.



_______________

__________Mayıs



NAZLI DEMOKRAT

Tansu Çiller felaketinin başımıza geldiği günlerde ilgiyle izlediğim tek görüntü, o garip hop hop yürüyüşüyle eteklerini ve saçlarını savurarak, ciddinin ciddisi üniformaları içindeki askeri birlikleri denetleyişiydi. Bu manzarayı pek “hoş” bulurdum, elimde olmayan nedenlerle! O “tak” deyince, birileri “şak” ettirmese, belki daha eğlenecektim!

Şimdi Nazlı Hanımı tutuyorum çok. Dallas imamının kızını koruma, kollama; basın ve halkla ilişkilerini sağlama amaçlı çırpınmalarını o kanal senin, bu kanal benim izlerken, bir bakıyorum ağzım kayık gibi yayılmış, üstümde bir hafiflik ki anlatamam! Bu nedir böyle derken kendi kendime, Perihan Mağden’in şu satırlarını okudum: “Sarıklı bir erkek karşısında duyduğum dehşeti türbanlı bir kadın karşısında duyamıyorum. (...) Psikolojik, her şey psikolojik!” (Belirtmeden geçmeyeyim, ben ilgiyle okurum Perihan Mağden’i. Yalnız Sayın Vural Savaş’la böyle bir ortak noktamız olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Ürperdim biraz.)

Tercih, mercih, karışık iş... Keşke birileri bizim ruhumuz duymadan bu işi çözüverse... O başörtüleri hiç sorun çıkmadan barış içinde kabul ediliverse... Örttüğü şeyler ortalığa dökülmese... Kimse kimseye kızmasa... Kavga mavga çıkmasa... Tercih yapmak, taraf olmak zorunda kalmasak... Noktalar üçer üçer dizilip, içerdikleri bilinmezliklerle rahatımızı kaçırmasa... Rahat filan da değiliz; örneğin meclisimizde bizim seçtiğimiz bir tek vekil bile yok ama olur elbet bir gün, şimdilik böyle söylene söylene yaşasak!

Ama heyhat! Türban da kravat da demokrasi de işlevlerini yerine getirip, bir kenara bırakılınca, ümmet güneşi bulutlardan sıyrılınca, bazılarının akıl yap-boz’larındaki eksik parçalar bulunamadıkça, er geç o türbanlı fotoğrafın arabı dayanacak burnumuza: Sarıklı bir erkek!

Neyse. Bu sayede ben de biraz kendi psikolojimi kurcaladım ve hatırlayıverdim: Nazlı Hanımı yıllar önce bir kez canlı olarak izlemiştim. İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyetinin Lokalinde konuşma yapıyordu. Türbanın aslında ne anlama geldiğini, 163’ün niçin kalkmaması gerektiğini anlatıyor; bizim 2 tarihsel düşmanımızın bulunduğunu, birinin Rusya diğerinin İran olduğunu ve o günlerdeki asıl tehlikenin İran’dan kaynaklandığını heyecanla vurguluyordu. Solculara seslenerek “141-142’yi kaldıracağım hevesiyle 163’ün kalkmasına vesile olmayınız” diyordu.

Herhalde şimdilerde Nazlı Hanım demokrat demokrat konuşurken bilinçaltım bu geçmiş konuşmayı çağırıp eğleniyor! Şimdilerde deyip de, ilerlemiş yaşına karşın bir genç kız performansıyla programdan programa seken Sayın Milletimin Sayın Vekilinin hakkını yememeliyim. O aslında hep demokrasi ister. Yalnız, her seferinde farklı birileri için ister, hepsi bu. Günün birinde senteze ulaşacağı umudundayım.

Bu arada, zorunlu kalmadıkça yapmadığım bir şeyi yapıp, üst üste yabancı sözcükler kullandığımın farkındayım. Ama Türkiyeli imamlar Amerikanca diyarında Arapça’nın bayrağını yükseltiyor; “kompyuutır mühendisi” kızları vatana hizmet aşkıyla (hangi vatan olduğu şimdilik bilinmiyor) gündemimizi ve Türkçemizi kırıp geçiriyorken; ağzıma gelen bazı yakışıksız sözcükleri etmeyeyim diye dilimi ısırmaktan (ben bir anneyim, sorumluluklarım var) dilim bozulmuş olacak.

Demek ki sandığım kadar eğlenmiyormuşum!

------------------------------------------------------------------------------------------------

[Yer darlığı nedeniyle çıkardığımız 3. Paragraf:]

Sarıklı erkek karşısında tabii ki kadınlığımızın nasıl bir tehdit altında olduğunu dolaysızca hissediveriyoruz. Türbanlı kadından aynı biçimde korkmamak onun da kurban olduğunu için için bilişimizden ötürü olabilir mi? O kadınların kendi tercihleriyle (böyle söyleyen de var, söylemeyen de, ama ne fark eder? Her türlü istismara uğradığı halde “kendi tercihiyle” boşanmayan arkadaşımız olmadı mı hiç? Kocasıyla el sıkışmak zorunda kaldığımızda ne hissettik? Adamla kavga mı ettik yoksa içimiz bulanarak oradan kaçtık mı? Mesela!) örtündüklerine inanmak, bulantımızı bastırıp, kendimizi dışarıda tutmak için mi gerekiyor acaba?



HUKUK. AMA İNSAN ELİYLE


Biz babamızdan hiç bir şey öğrenmediysek bile hukuka saygıyı öğrenmişizdir. İmza, belge, yargı, yasa, yönetmelik; anlamlarını ilk kavradığımız sözcüklerden bazıları. Yaşıtlarımız ilkokul kitaplarını hecelerken, kardeşlerimle ben Anayasa, Dernekler Kanunu gibi tuhaf kitaplar okurduk!

O yüzden ben ne zaman bir hak mücadelesi olsa hukuk da hukuk diye tuttururum. “Nerde var o dediğinden?” tarzındaki sorulardan yılmam. Bir ülkede çağdaş hukuk burnunun ucuyla bile varsa, uğraş verilmesi gereken alanın orası olduğuna; yapılacak karşı çıkışların hukuk, daha çok hukuk istemiyle yapılması gerektiğine inanırım. Özellikle de kan davası, töre cinayeti, şeriat hukuku, orman kanunu yollu kargaşaların koynundan kurtulamamış; “aya gidileceği de kuranda yazılıydı”; “Cebelitarık’taki bilmem ne akıntısı da kuranda anlatılıyordu” gibi göndermelere, “şeriatın kestiği parmak acımaz” gibi özdeyişlere bayılanlarla dolu bir ülkede!

Küçükken, “Din ve vicdan özgürlüğü ne demek?” diye sorduğumda, babamın yanıtı kısa ve net olmuştu: “Müslümanım diye bağıramazsın!” Şu yaşadıklarımız karşısında, bir babanın küçük kızına yaptığı laiklik tanımını bir türlü yapamayanlara şaşırmayayım mı? Niye bağırılamıyordu ben Müslümanım diye? “Çünkü dini inançlarla ilgili her söz, her tavır, başka bir insanı vicdani sorgulamaya götürebilir, rahatsız edebilir, aklını karıştırabilir, ezebilir, üzebilir.”

Çünkü İNANÇ’lar FİKİR değildirler; doğrulukları yanlışlıkları tartışılamaz. Örtüne soyuna, bağrışa çağrışa propagandaları yapılamaz. İnançlar vicdanidir, toplulukla paylaşılsalar bile öz olarak kişiseldir ve fikirlerden farklı olarak, toplumsal hak arayışı mazeretine sığınamazlar. Bir takım ağzı kalabalık hanımların “Anayasa insan yapımıdır değişir” biçimindeki, gözü kapalı desteklenebilirmiş gibi görünen savlarına gözlerimizi iyice açıp, daha yakından bakmamız gerekmekte. “Başörtüsü yasak değil ama olsaydı bile biz bunu değiştiririz çünkü Kuran buyruğu anayasanın üstündedir” diye devam edecek olan bu cümle özgürlük âşıklarının bayılacağı bir ilkeyi müjdelemiyor.

Zurnanın zırt dediği yer derler ya hani, işte o yer burası. Uyanık birilerinin yapıştıkları kuyruk! Anayasa 12 Eylül anayasası ve aklı başında herkes özgürlük istiyor. Anayasa Mahkemesi başkanı da istiyor, ben de istiyorum. Ama anayasa kavramını değil, 12 Eylül anayasasını tartışıyorum. Özgürlükleri dinlerin, din kitaplarının tartışılmaz buyrukları çerçevesinde değil; insani, evrensel, çağdaş hukukun savunulabilir, değiştirilebilir, tartışılabilir çerçevesinde istiyorum. ÖZGÜR, ÖZERK, PARASIZ üniversiteler istiyorum. Öyle bir üniversitede kıyafet yönetmeliği olmaz. Polis olmaz. Orası öğretenleri ve öğrenenleriyle birlikte bir bilim yuvası olur, beyin fırtınalarının alanı olur. Her genç ideolojisiyle orada yer alır. Tartışır, çatışır, değişir, değiştirir! Şiddete başvurmadan. Yani dışarıdan birilerince arka çıkılmadan. Dışarıdan desteklenmezse üniversitede şiddet olmaz. Özgürlüğün olduğu yerde fikirler uçuşur taşlar değil. Başörtüsü, küpe, at kuyruğu, dövme kadar; en uçtakinden en sığdakine, inançlar da ideolojiler de üniversitelerde taşınır ve tartışılır. Karşılıklı. Eşit. Sizin kökünüz dışarıda ama onlar annelerimizin başörtülerini taşıyor filan demeden, karışıp, karıştırmadan. Gençler rahat bırakılırlarsa; bilimle sanatla beslenirlerse; inançlarla fikirleri birbirine karıştırmaz, yollarını özgürce çizerler, toplum da onların sayesinde yürür.

Ülke sorunları özgürlük ortamında düşünülüp, tartışılıp, çözümlenip, topluma ışık tutulabilirse, parlamenterlere de yasa yapmak kalır, protesto gösterisi değil.




KURULSAK DA TAY DURSAK DEDİK, OLMADI...

Kurultay sözcüğünü pek severim, dil devriminin güzel yanlarını anımsatır bana. “Gökkonuksal avrat” türü ucuzluklar öncesini yani. Ucuzluk deyince çağrıştı sanmayın, aklımdaki son kurultay MHP’ninki. Hani şu o günlerin medyasının cici ülkücü genci Azmi’nin zıvanadan çıkıp kıyametler kopardığı da, sonradan Devlet Bey’in sakin sakin partinin başına geçtiği dizinin ilk bölümü... Bizim medya da hoş tabii, insan bir anımsatır di mi, o kadar irdeliyormuş gibi yaparlarken Devlet Bahçeli’yi, seçilme sürecini getirseler ekrana da, demokratik kurultay görsek, şenlensek; korkmasak morkmasak öcülerden.

Kurultay kolay kurulan bir şey değil, iskambil kulesinden daha hassas dengeler gerekiyor. Ama CHP kurultayı olağanüstüydü, gerçekten; sûreti sıfatına pek uydu! Demokrasi hileleri tarihine geçmeyi garantileyen “bir kısım” CHP’lilere uyan sıfatlar ise boylarını aşıyor. Tarih yapan parti; Atatürk’ün ve devrimlerin partisi! Bir zamanlar oklarının her biri bir yerlere batardı ama sonra Türkiyenin, devrimlerin, solun, CHP’nin üstünden tanklar geçti, böyle oldu, sevgili hemşehrilerim!

Böyle olalı beri de, bazı gazeteci maymunlar mı yoksa maymun gazeteciler mi desem, (ne dersem diyeyim maymunlara ayıp ama...) gündemin orasına burasına yamanıp, solcuların yerine solculuk, sağcıların yerine sağcılık yapıp, maymun iştahlarıyla tırtıklayarak her şeyi, yarım akılları ile yorum satıp durdular! 18 nisandan beri yine yorum yorum yorulmaktalar. Üstünde zıpladıkları son konu CHP, yeniden yapılanma, sol, ha ha ha! Sosyalizm ölmüşmüş de, artık kapitalizmi insancıllaştırma çağı mı başlamışmış, o da ne demekse, işte CHP bıraksınmış bu sol mol laflarını böyle dirilemezmiş de lay lay lom, zaten Türkiyede sol ne kadarcıkmış lay da lay lay, bakın işte ÖDP yüzde bir buçukmuş lay loy lum mum mmh!...

Eh solun ölüsüne bu kadar kına yakılmaz, aldı bunların burunları taze et kokusunu diyeceğim ama maymunlar da et yemez ki! Öyleyse ne bu zil takıp oynama halleri demeyin, korku dağları bekliyor! Solcular solcu, sağcılar sağcı olursa, zıp zıp ormana dönmek zorunda kalacaklar, oysa pek alıştılar karaparalarla açılan ekranların başköşelerine, plazalara, yalılara, ceylan derisi koltukları yağlamaya.

Bunların aklına uya uyula geldi bu kurultay günleri...Ey sağduyu, solduyunu kuşan da CHP’lilerin başında dönüp dur üç bin kere, geçmiş görüntüleri bir bir yığ önlerine arkalarına, hatırlayıp hatırlayıp rahat yatamasınlar!

İnsanlar yakılırken iktidar ortağı olan bir parti vardı hani...Sonra insan haklarından sorumlu bir bakan vardı; Hasan Ocak kaybolduğunda, elinden bir şey gelmediği için gidip ailesinden özür (!) dileyen. (Şimdi kurultay hilesinin avukatlığını yapıyor.) Ercan Karakaş’ın Tony Blair’in sandalye düzeltme görevlisiyken çekilmiş görüntüleri vardı örneğin. Ya Karayalçın’ın seçildiği kurultayın öteki adayını anımsıyor musunuz? O güzelim konuşmasından sonra, kaç oy alabilmişti? Deniz Baykal’ın ışıklı merdiven oley oley maskaralığını geçelim hadi, delegeleri utansın. Ama ya birilerinin yine Erdal İnönü’nün paçalarına yapışmayı denemeleri? Kimdi o 19 nisan sabahı baraj altı bozgunuyla, “O kadar uğraştık, Erdal Bey’i hiç 1 mayısa katılmaya ikna edemedik mesela” diyen, ben karıştırıyorum artık! Belleklerimizin ya isyan ya da nisyan ile malûl oluşuna şaşmayalım, bunca ağırlığa beyin dayanır mı? Gömüldükleri yerden bile anahtar liste, hile, hurda uğraşanlara, ne yapmak gerek?

Ey solduyu, dilerim en az onlar kadar dirençlisindir de, CHP de biz de kurtuluruz bu maymunlar cehenneminden!




BAŞÖRTÜSÜ KAN LEKESİNİ DE ÖRTER Mİ?

Sözcüklerle hep başım derttedir de, bu aralar ama iyice beter oldum. Seçim sonuçları, hükümet arayışları ve olmazsa olmaz konumuz başörtüsü! Seçmek, unutmak, örtmek ya da seçmemek, unutmamak, açmak. Sözcüklerden sözcük beğen. Kolaysa!

Birilerinin önü açılsın diye birilerinin baş örtüp bir yerlere mi girmesi gerekiyormuş, yoksa örtü küçükmüş de bir yerler örtülürken başka yerler mi açılıyormuş? Ne yapıp edip bu örtünün büyüklüğünü öğrenmeli. Belki de öyle büyüktür ki “Demokrasi anacım, demokrasi” diye dökülüp saçılan incileri ve onları saçan ağızları da örtüp kapatıverir değil mi? Böyle deyince de “Paranoya bu paranoya” iniltileri yükseliyor ama evet ben paranoyağım, naapalım? Demokratik hakkım bu benim yani. Kuşkulanırım. Sorarım. Merak ederim:

Açılınca değişir miyiz, değişince mi açılırız? Değişim gözle saptanabilir mi, yoksa dokunmak, tatmak, koklamak da mı gerekir? Shakespeare’in katil Macbeth’e söylettiği sözcükler doğru mudur? “Koca Poseidon’un bütün denizleri yıkayamaz bu elleri” mi gerçekten, kan lekesi bu kadar sabit midir?

"Siyasete kan davası sokmayın” diyorlar, peki. Zaten davalar, dönmekler, vurmaklar bizim uzmanlık alanımız değil. Ben bir ev kadını olarak şahsen lekelerle kirlerle ilgileniyorum. Deterjan firmalarının reklam sorumluları (memleketin onlardan sorulduğu hani, ne yiyip ne içeceğimize, televizyonlarımızda ne seyredeceğimize filan karar verip duranlar) bu konuda bir kampanya düşünmüyorlar mı? Boğma teli, boz renk, komando düğümü gibi kavramlarla, susturmak ve kusturmak uyaklarını belleklerden temizlemek için bir projeleri var mı? Maraş’ın Çorum’un Sivas’ın adları da değiştirilse bu hengâmede, fena olmaz. Hani yarın öbürgün çocuklarımızın kulaklarına kötü öyküler çalınmasın diye.

Lâfla peynir gemisi yürümez elbet. Unutmak da yalnızca bir sözcük işte, unutalım demekle unutulmuyor. Ecevit’in “Üstüne sünger çekelim” dediği kontrgerilla o sünger sayesinde işlerini daha da güvenlikle yürüttü ama sünger bu, emebileceği sıvının bir sınırı var. Sonunda kan paçalardan sızar olunca az daha memlekette bir şeyler değişecek sanıldı. Işık yakıp söndürmeler, düdük müdük çalmalar filanla olmazdı ama yine de rahatlar kaçtı çok. Seçim sonuçları sanki onaracak birilerinin acıyan yerlerini ama yine buraya yazıyorum:

Süngerle yetinilmesin bu kez, bazı sözcükler tümden silinip atılsın, bazı beyinlerin çağrışım ve bellek bölümleri felç edilsin, Macbeth hemen yasaklansın. Bazı gazetelerin arşivlerini sel bassın. Şeytan alsın götürsün. Hemen satsın. Deniz Baykal mutlaka CHP’nin başına geçsin. Kurultay salonuna ip bir merdivenle insin, delegeler hep bir ağızdan “bizim eller ne güzel eller” türküsünü söyleyerek tempo tutsun. Olursa böyle olsun. Kuş kondurulsun. Bütün baş örtüleri yere serilip üstüne bulgur serpilsin. Kuşlar aç kalmasın. Bir de bunu tartışmayalım!



_______________

_________Haziran



ÇOCUKLAR HÂLÂ HARİKA, BİZ DE ÖYLE!

“Apo da kırmızı bültenle aranıyor, Çakıcı da. Peki niye biri hapiste de biri villada kalıyor?”

Bu 6.5 yaşında bir çocuğun annesine sorduğu soruydu bir kaç ay önce. Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika adlı bir kitabı vardır, büyüklerin çocuklar karşısındaki geyikliklerini güzel güzel anlatan. O büyüklerin yetiştirdiği o çocuklar yönetiyor sayılır artık Türkiye’yi. Bu Türkiye’de de çocuklar böyle sorular soruyor. Kaç zamandır oğluma idamın ne olduğunu ve (elbette ardından gelecek soruya karşılık da) nasıl olduğunu anlatmayayım diye geliştirdiğim kıvırtmaların haddi hesabı yoktu ama ne çare, çocuklar güncel olandan korunulamıyor. Ben de onun yaşlarındayken büyüklerin bütün toplantılarında laf döner dolaşır Menderes’lere gelirdi. İdamı öğrenmiştim, duygusal şokunu ise sağ olsun devletim benden esirgemedi, 14 yaşındayken yaşadım. Suyun o yakası, bu yakası, her kuşak çocuğuna anlı şanlı idamlar düşüyor işte!

Beterin beteri de şöyle oluyor: İdamların halka açık yapıldığı bir zaman, annem ilkokulda; öğretmenleri tarafından sınıfça idam izlemeye götürülmüşler! Beterin beterinin beteri ise şu: Çocukların hiç biri ayılmamış, bayılmamış, kusmamış. Annemin aklında kalan mahkûmun beyaz gömleği, sarkan dili...Herhalde öğretmenleri bunun adalet olduğunu, hakkın yerini bulduğunu filan anlatmıştır, çocukları “suçun asıldığına” inandırmıştır. Kimse orada gerçekte ne olduğunu düşünemez, büyüklerin formüllerini ânında içselleştiren çocuklar hele hiç...

“Anne idam niye yapılıyor?” Şimdi götürsem birilerine seni de, onları terletsen çocuğum. Ama ben yanıtlamak zorundayım. İşin içine duygusallık katmadan, olabildiğince doğal(!), “nötr” bir ses tonuyla ve en sade (sade?) yoldan, pedagoglar böyle diyor. Hayatın gerçekleri. Üstelik anlat anlat bitmiyorlar.

“Otelde insanlar niye yanmış, ittaviye (itfaiye!) yetişememiş mi? Saddam kim? Irakta hiç mi süt kalmamış, niççiin? Şehit ne demek? Polisler o kızın niye yüzünü kanattı? Ekşınmenimle gitsek miloşeviç korkar mı? 1 mayısta niçin insanlar kızgın oluyor? ” v.s. v.s. v.s...

Bu çocuk sabah akşam gazete okuyup, televizyon izlemiyor, bunlar gözüne kulağına çarpanlar sadece! Ulusal eğitim yolları var, biliyorum. Ağzına tokat atabilir, kırmızı biber sürebilir, sormaktan vazgeçinceye dek tuvalete kapatabilirim. Böylece yaşayarak öğrenir neyin ne olduğunu ama ben o kadar gerçekçi yapamıyorum bu işi. Onun ruh sağlığını korumaya çalışarak (ruh sağlığı?) anlatayım diye helak oluyorum. Ona kazandırmaya çalıştığımız temel değerler insanı sevmek, saymak, zarar vermemek filan. Özür ve bağışlama kurallarını, kendisine vuran olursa onun da vurması gerekmediğini daha yeni yeni sindirmeye çalışıyor. Öldüren öldürülürse, vuran vurulursa ben neyi öğreteceğim; her şey bir kolay işte böyle!

3,5 yaşındayken anneannesiyle bir gün alışverişe çıkmışlardı, kasaptayken bir şey olmuş, oğlucuğum şirin şirin “orospu çocuğu “ile başlayan bir cümleye girişmez mi, annem kendini dışarı zor atmış. Geldiklerinde dehşet içindeydi: “Bu ne dedi kasapta biliyor musun?” Ben küfür etmem. Asla! Ama utanç içinde farkına vardım ki sorumlu bendim! O günlerde yine biri kayıptı, ailesi perperişan araştırma yapıyordu. Birileri de orada burada “Kaybolmamıştır, dağa çıkmıştır, kim bilir nerededir” yollu demeçler yuvarlayıp duruyor, ben de her seferinde ağzımın içinden orospu çocukları diye tıslıyordum! Öfke ve çaresizlik! Bir kadın olarak ettiğim küfüre bakın üstelik! Bari erkeklere yönelik bir tane seçseymişim!

Kadın olmak da anne olmak da bunları yaşamak da yazmak da akılları sıkıntıya sokan bir şey. Bana böyle şeyler yaşatanlar için “natürel ve nötr ve sade” sıfatlar bulursam hemen sizlerle paylaşacağım; siz önce bulursanız bildirin, minnettarınız olacağım.

...................................................................

•Lütfen okuyun: SURNAME - AZİZ NESİN
•Lütfen okuyun: Tarih. Olanlar ha bire olmasın diye.
•Lütfen okuyun: Şiir. (O. Veli, N. Hikmet dışında da!)






“BARIŞ KOYUN ÇOCUKLARIN ADINI*”

                                                                       (*Refik Durbaş)

Rakı sofraları ile köşe yazılarının benzerliği ne ki, ikisiyle de Türkiye’yi kurtaramayız anasını satiym! Rakı ve yazarlık geyiği yapmıyoz burda ama bakanlar kurulu listesini düşündükçe içesim geliyordu da ordan şeyettim. Allahtan hükümet programında Türkçe'nin kurtarılmasına da koymuşlar- bi madde yani, morelim düzeldi valla. Sonra da haberlerde ne göreyim, adam maallenin kedisi bile benden sorulur demiyo mu, rahatladım tabi yaa, Karagümrük adamla gurur duyuyo! Sibel kızım adama herkeslerin, özellikle de mahkemenin, gözleri önünde teşekkür etmiyo hayır, onlar tanışmıyo ki, ağbi ellerinizden öperim artık tanışalım diyo ya da allah kurtarsın geçmiş olsun filan demiyo yok Karagümrük’ün içinden misiniz, ben de oralıyım diyo!


O DGM bu DGM, değmeyin keyfimize! Açarız yollarda pankartlar, yanmasın gülüm keten helvalar, bizim evde kafiye değil ya sırf, şeker de lokum badem var ey Avrupalılar, sizde olan bizde de var! Çifte çifte standartlar yani, beğendiğinizi alın, biz beğenmediklerinizle daha ne açık seçik oturumlar ne siyaset meydanları yaparız. Viagramız da var çok şükür kavuşturana, ceviz bilem kırarız. Türküm, erkeğim, avukatım, kafatasçıyım, işte o kadar!


Nazizmi de faşizmi de biz icat etmedik, biz de Avrupalıyız icabında ama icabı kadar. Çizmeyi aşmasın kimse yüce Türk adaletine güveniyoruz, ascaaz asmasına da şimdilik böyle de iyi yani fena diil, o kanal bu kanal fili yuttu bir yılan vaziyetlerinde maksat hilallerimizin üçüne de halel gelmesin değişim meğişim demeyiz fena yaparız ona göre!


Lan zibidi sen kimsin de çıkartmayın karşıma böyle adamları diyosun ha italyan televizyonunda beraberce kütürdetilmemiş miydik miş ben mi yanlış anlamışım öyle not almışım neyse hakim bey öteki soruma geçiyorum senin baban düztabanmış diycektim dedirtmiyorsunuz peki hop bu kadar da olmasın iyi idare ettik şurda kaç gündür haklısınız bokunu çıkarmayalım da biliyorsunuz bizim aklımız ya kaçarken ya da işte o çıkarmayın dediğinizi çıkarırken ama hadi böyle de olur. Yeter ki karar adil olsun biz razıyız.


Yav yemin ediyorum dübeş diil düşeşti lan sen bana kalleş mi diyon hoop! Ağbi allahaşkına kapat şu televizyonu da buraya bak, neyini izliycen başı belli sonu belli yazık bunca masrafa be versinler bize de olsun bitsin! Sen gel bize hakem ol ne desen eyvallah; bunca yıllık delikanlısın, mahkemede işini sorsalar göğsünü gere gere kabadayıyım dersin, yani hepimiz seninle gurur duyarız yap bize bi babalık ben bu herifi şimdi öyle mi döviym böyle mi ha söyle kurban oliim! Yav herif göz göre yiycek zarımızı yav bu festivalin sponsoru kimse söyleyin seneye onunla anlaşmayalım esnaf kan ağlıyo bu gasteci milletinden kime ne hayır gelmiş ki bize gelsin, dövüşüp duruyorlar. Zavallı kadını ordan oraya bir sürüklediler ki allah seni inandırsın şeytan dedi dava mava deme çıkart bacağını indir hepsinin kafasına ama olmaz biz bu bıyıkları haybeye sarkıtmadık misyonumuz var, aritmetikteki bölme işlemini de kaldırmazsak bize de biz demesinler!
Evrensel kural mural yemezler, meclis önce bunu görüşsün, niye aktı bunca kan yabancı basın mensuplarına soruyorum, traş olurken akmadığı kesin de, herkes bir şöyle eğip yüzünü düşünsün mü yoksa eyvah, bu cinnet hâli bana bile çok gelmeye başladı, midem bulanıyo başım dönüyo. Yalnızca elini tutcaam başka bi şey yapmıycam demişti güzin abla babamgil duysa beni öldürürlerdi ben de kaçtım istanbul sanıp geldim ama baktım her yan kamera mamera belki kör talihim güler bir reha muhtara neyin çıkarım diye kaldım yoksa ben masumum hakim bey siz ne derseniz o olur saygılıyız dedik ya yeter ki sancım tutmasın şuracıkta utancımdan ölürüm bi bu eksikti onca kıyametin orta yerinde doğurmayayım ay aaayy aaaay!

Allah bir avazda kurtarsın bacım kız da olsa oğlan da olsa adını BARIŞ koy, şimdi çok moda, nokta.




KULAĞIMIZIN ARKASI


Anneannem kim bilir kimlere pek öfkelendiği bir gün, işaret parmağını kulağının arkasına götürüp “Yapılmadık bir burası kaldı” dediğinde, (bunu daha açık söylemişti tabii) annem dudaklarını ısırıp, kaşıyla gözüyle beni gösterip, onu susturmaya çalışmıştı ama duyacağımı duymuştum. Söz konusu eylemi çocuk beynimde somutlayabilmek için inanılmaz görüntüler tasarladığımı hatırlıyorum! Geçen hafta ortalık kulak da kulak diye çınlarken ben de o görüntüleri anıp anıp anneanneme rahmet diledim. Belli ki bizim kulağımızın arkası bile kalmadı çoktandır.

Ordan dikip burdan çatıp bize giydirdikleri deli gömleğinin adına demokrasi diyorlar ama aslını nasıl anlatacaksın, kolay mı? Dili kullanmanın âdâbı var efendim, güzeller güzeli Türkçemizle öyle böyle konuşamazsınız! Konuşturmuyorlar da netekim. Ha mikrofon ha telefon, yasaklarımızın kapsama alanı sınır mınır bilmez şükür!

Dil özgür değilse kulak niye olsun? Oldurmazlar. Örneğin, her şeyi halka duyurmazlar. Önce bir bilenler, çok bilenler, iş bitirenler, çorap örenler, şantajcılar, avantacılar duyar; onların uygun gördüklerini de biz duyarız sonradan. Kulağımıza gelecekleri denetlemek için ağzımızdan çıkanı zaten denetleyecekler, elleri mahkûm. Bunlar böyle dilimizle kulağımızla bozmuşken, orda burda da attırır durur birileri: İletişim çağıymış da, bilginin serbest dolaşımıymış da, basın halkın gözüymüş kulağıymış da... Dilini de madde madde ceza yasaları öpermiş!

Dilini öptürmek istemeyen ne yapacak? Dilini uslu alıştıracak. Şamdan mamdan idare edecek. Zaman zaman da dehşetli ifşaat, amman açıklıyoruz diye yalancıktan pehlivan olacak. O kadarcık olacak. Tabii her işin bir raconu var. Arada bir ü-ürü-üüü demezseniz kümesin havası büsbütün kaçar, böyle de istemiyorlar. Görüntünün görüntüye benzemesi gerek, hamamın namusu yani, kurtulsun ki birileri bıyık burmayı sürdürsün erkek erkek.

Kısacası abartacak bir şey yok, karışmayın polisin iç işlerine. “Gözün aydın kulakların manisa” tekerlememiz gerçek oldu, Manisa emniyet müdürü artık hepimizin kulaklarını manisa yapacak, daha ne? Sanki bu memlekette telefonu güvenli haberleşme aracı olarak kullanan mı vardı, kim kime rol kesiyor? Hayatım boyunca hiç bir gizli saklı örgütüm filan olmadığı halde ben bile telefonda pek temkinliyimdir, ağda günüymüş, ay haliymiş, estağfurullah! Ne var ne yok, çoluk çocuk nasıl, hepsi o kadar! Bence bir tek Vural Savaş için dokunaklı oldu bu dinleme işinin bunca ayyukluğu ama ne diyeyim? Allah şaşırtmasın, doğru yoldan aşırtmasın! Gerçek muhalefetin diline kilit vurulunca savcılar çok yoruluyor işte, sonra böyle aculluklar oluyor. Taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakmanın bazı sonuçları olacak tabii...

Sonuç dediğin böyledir, herkesi mutlu etmez. Konumuz gereği anmadan geçemeyeceğimiz Meral (Koca kulak) Hanım da mutluluğu başka yerlerde aramaya karar verdi bakın. Batan geminin mikileri pıtır pıtır suya atlıyor. Ömer Bey ise suyla muyla sönecek gibi değil. En az anneannem kadar kızmış herhalde ki, açılmış da saçılmış! Pek merak ediyorum, bu adamlar böyle şeyler açıklamak isteyince ne yapıyorlar? Özel haber kime özel? Kim ne diyor, ne giyip ne giydiriyor, biz faniler asla anlamıyoruz. Alın işte acar gazeteci Fatih Altaylı: Nerde o çatır çatır sorular, sıkım sıkım sıkıştırmalar? Mehmet Ağar’la yaptığı programa yumuşaklık ödülü verilir diyordum, Pazartesi gecesi Baki Tuğ’la konuşurken kendini aştı...

Neler oluyor sayın seyirciler? Ben en iyisi gidip kulaklarımı kafama çepeçevre diktireyim, artık canıma yetti yani...




HER İŞİN BAŞI SIĞLIK!


Tanrı Türk'ü korumayı sürdürüyor bin şükür! Büyük bir felaketin daha eşiğinden döndük. Günlerdir gözüme uyku girmiyordu. Ne kadar kökü dışarda gazete ve televizyon tayfası varsa, elbirliğiyle tutturmuşlardı İLİK BANKASI DA İLİK BANKASI diye. Uğraşılmadık bir iliğimiz kalmıştı desem değil. İliğimiz kemiğimiz çoktan bu cennet vatana feda olmuştu zaten. Bunlar neyin peşinde diye döne döne düşünüyordum. Sonunda anlaşıldı işte numaraları.

Vay hainler vay, demek necip ırkımıza sinsi sinsi komplo hazırlarlarmış! Yarabbi sen büyüksün! Daha neler göreceğiz acaba? Yok insanlıkmış da yok bizim Batı’dan neyimiz eksikmiş de. Ne kadar hainlik varsa hepsini bu Batı ya da insan kelimesinin arkasına sığınarak yapmıyorlar mı? Doğu’nun ne kötülüğünü görmüşler bilmem. Şöyle bir tadına vara vara Dede Korkut mu okumuşlar, Oğuz Kağan efsanesiyle kendilerinden mi geçmişler; bırakın çocuklarını, bir günahsız kuşlarına olsun, Asena adını mı takmışlar? -Bu pek uymadı ama neyse.-

Şimdi, Allahın bildiğini kuldan niye saklayayım, ben anlamam genmiş menmiş. O kadar ‘Koyun Dolly’ haberi okudum, ı-ıh kafam basmadı. Belli ki bizim aklımıza sığmaz işlermiş bunlar. Neyse ki başımızda büyüklerimiz var da açığa çıktı her bir şey. Meğer bakın canları tamuya gidesiceler, nelere yol açacaklarmış az kalsın! Tüh kansızlar sizi! Ben kimlere sagular yakayım da ağlayayım; yumruğumu hangi Orhun taşına vurayım da hırsım geçsin ha?

O Oktay mı, Oktar mı, adına bile dilim dönmeyen doktorumuza da bir çift lafım var yani. Beynini göçürüp oralarda niye kalmış da hastalanmış? Yurdunda açaydı bir temiz muayenehane, bizim beyinlerimize bakaydı olmaz mıydı? Hem işi epey hafiflerdi, bol bol boş zamanı kalırdı. Ne bankası istiyorsa kurardı. Çernobil atıklarımız mı yok; lösemiye burada da yakalanabilirdi. Bizde hamallar bile radyasyondan hastalanıyor icabında, koskoca doktor eksik mi kalacaktı? Kurardık bir milli ilik teşkilatı, başına da rica minnet geçirirdik bir Altemur Kılıç’ı -mesela-, kendi kendimize iliklenirdik.

Bizim bizden başka dostumuz mu var, ne diye toplatıp toplatıp gâvurlara doku gönderiyoruz? Taa Altaylardan, Tanrı dağlarından, daha daha nerelerden taşıdığımız kafamızı Hira’ya vura vura küttedenek, eşsiz bir kafaya benzetmişiz, bu uğurda nice koçyiğit kanı akıtmışız, daha da akıtırız da, bizim kanımızın nesi var nesi yok, tasası gavur ellerine mi rehin kalmış?

Bizim hıfzı sıhhamız yok mu, lavaboratuvar mıyımız mı dilimiz dönmeyen hani, neyimizse işte, o yok mu? Teleskopumuz var, deprem uzmanlarımız var, tubitak mı tüpetak mı, o da var. Bizimkiler hep sucuklarda eşek eti, lahmacun kıymasında kedi eti mi arayacak? Kanımıza, dokumuza, gerekirse donumuza bile bakarlar, bakandan yana eksiğimiz yok çok şükür, bakılamayanlara da belediye bakıyor. Hangi birini sayayım? Lösemi vakfımız da var, Vakıflar Bankamız da, ilik bankası neymiş? İlle gerekiyorsa onu da kurarız, aha işte 2000 yılına geldik bile, 3000’e ne kaldı ki?

Acele edip işe şeytanı karıştırtmayın, bizi kışkırtmayın, yakarız. Her komployu da böyle anında çakarız. Yasaklarız. Gol de atarız, her kupayı da alırız. Getirin bana bir Amerika’nın meşhur neyi varsa, üstünde tepineyim. Kolomb’un yumurtası mı, tamam getirin, onu kırayım kafalarında! Irkımıza komplo kurmak neymiş görsünler. Bundan böyle bu memlekette vaşington portakalı, firenk üzümü, bürüksel lahanası lafını duyarsam dakkasında off edeceğim gözünün ışığını, haberiniz olsun! Duyduk demeyin ama peynir ekmek yiyin, millîdir, sakıncasızdır.

..............................................................

• Lütfen hafifsemeyin ve utanmayın: AIDS DİYE BİR ŞEY VAR SAHİDEN!

• Lütfen ilgilenin ve ürperin: KANSERİN BİN TÜRLÜSÜ VAR.

• Lütfen ilgilenin ve aşılanın: HEPATİT (SARILIK) ÖLDÜRÜCÜ BİR HASTALIKTIR.

• SAĞLIK - EĞİTİM - HUKUK - SIRASI ÖNEMLİ DEĞİL. BAĞIRIN. İSTEYİN. ÖFKELENİN.