KONUŞMA





Her canlı yaşamını sürdürme eğilimindedir ama yalnızca koşullan­mışlığından. Öleceğini bilen tek canlı olarak insan yaşamayı bile bile is­ter. Kendi bilincine varmış canlılığıyla o "ben"dir, varlığına kimlik ister. Bu kimliği bulduğunda ancak, doğa karşısındaki ben'i toplumsal ben'e dönüşür, o naif ben büyük harfli BEN olur. Varlığını özgürce geliştirerek kimliğine ulaşmasını sağlayacak güvenlikli bir ortama doğmamışsa, zedeli bir ben'le götürür ömrünü. Zedelenmeye de zedelemeye de her an hazır bir kişi olarak.

 

 
BEN olmak, dünya bir yana, ben bir yana değil, dünya bir yanda olduğunda bile benim bir yanda olabilmemdir.

BEN olmak, etkilere açık durmam; ama etkilere benimi çiğnetmememdir.

BEN olmak, benimin her an elimden alınabilecek, horlanabilecek, aşağılanabilecek, silinebilecek, yok sayılabilecek bir şey olduğu korkusu­nu tanımamamdır.

Naif ben'im bu korkunun eziciliğine karşı güven altına alınmış bulunmalıdır ki BEN olabilsin. Güven toplumsal yaşamının anahtar sözcüğüdür. Onun bulunmadığı yer ormandır. Hani şu çiftleşilen, avlanılan, düvüşülen; inlerde kovuklarda barınılan; saygının değil gücün, aşkın değil kızışmanın, gönüllü paylaşmanın değil zorunlu güç birliğinin yaşandığı vahşi kara parçası.

O çok uzak akrabalarımız böyle bir yerde yaşamakla uzlaşamadıkları için bizi buralara getirdiler. Doğadan kopma sürecindeki yerleri nedeniyle ateş ve tekerlek önemle anılırlar ama bu süreçteki en büyük sıçrama insan yaşamına giren iki kavramladır: Aşk ve Estetik. İkisi de doğada yoktur, dolayısıyla insanın doğasında da yoktur. Bunlar toplumsallaşmanın insana armağanıdır. İnsanın da toplumsallığa. O karşı-doğa, o ben sahibi, o güvenlik isteyen; bu nedenle sözleşmeler, anlaşmalar, uzlaşmalar, topluluklar, toplumlar kurmuş insanın.

Toplum kurma serüveni de bitmiş değil. Kuruyor, bozuluyor; yeni bir toplum, o da bozuluyor; yeni bir daha. Bir toplumun bozulması, onda var olan değerlerin ve dengelerin, toplumsal gelişmenin bir aşamasında artık orada yaşayan bireylerin değerlendirmelerine ve ağırlıklarına uymaması demektir. Bozulmakta olan bir toplum orman da olamaz üstelik, orman paro­disi olur. Bozulan insanın hayvan da olmaması bundan. -Mecazlar bağışlasın şimdilik!-

  Ormanda bulunmayan şeyler, parodisinde nasıl bu­lunsun? "Saygı kalmadı, dostluk kalmadı, aşk elden gitti, her şey çirkinleşti" yakınmaları bozuk toplumun doğal efektleridir bu yüzden. Böyle bir ortamda en büyük yarayı benliklerimiz alır. Önce birbirimize güvenimizi yitiririz, bireyler ve gruplar arası ilişkiler çünkü toplumsal güvence şemsiyesi kapanır kapanmaz herkesin kendini koruduğu, kolladığı bir ger­ilim ilişkisine dönüşür. Toplumsal değer yargıları zaten sarsılmış bulun­duğundan, neyin nasıl yapılacağı, neyin doğru neyin yanlış olduğu konusun­da karar vermek kişilerin bu sıkıntılı-gerilimli kişiliklerine kalır. Derken sözlüklere güvenimizi yitiririz, ortak dil bozulmuştur çünkü. Sözcükler anlam değiştirmiştir, anlamlar çıplak dolaşmaya başlamıştır, üstlerine uyacak sözcükler bulana dek. Burası iletişimsizliktir, kimlik bu­nalımıdır, kargaşadır, kanserdir. Ve artık kaybedilecek bir şey kal­madığından, kollar can havliyle sıvanıp, can derdine düşülür; yeni bir to­plum gerekmektedir.

Dedik ki, aşk ve estetik doğada yok. Çünkü BEN'im diyen canlı yok. İhtiyaç ve içgüdü var da "ben" yoksa eğer, orada güzel yok, sevgili yok. Orada saatlerce kalıp da bunu hiç farketmeden incecik incecik işlemek yok bir şeyleri. Bir dişiyle çiftleşme uğruna dağları delmek zaten yok da, o çiftleşme içgüdüsünü dağa yöneltip, onu kendine aşk edinmek hiç yok. Ora­da insan yok.

İnsan olmasa da olacak olan çok şey var ama o büyük B'li in­san olmazsa, bu dünyada 'imge' yok! Sanat yok ve asıl imgeyle o direk bağı nedeniyle, insan olmazsa bu dünyada şiir yok. Doğadaki sayısız ola­nağı, sayısız tekliği, sayısız çokluğu, derleyip, dağıtıp, ekleyip, to­playıp, bambaşka tekliklere, bambaşka çokluklara, bambaşka olanaklara dönüştüren o toplumsal canlı, bulunduğu toplum ona yetmez olunca sarsılıyor. O sarsılınca toplum iyice sarsılıyor ve o andığımız orman paro­disi geliyor sahneye. Gelince de elbette bazı şeyler kuliste kalıp sıra bek­liyor. Bilindiği gibi kulis oyunun dışı demek değildir. Bu oyun bilme­diğimiz bir sona dek oynanacak. Bazan oyuncusu, bazan seyircisi, hem oyuncusu hem seyircisiyiz.

Korku, sevinç, sıkıntısı, öfke, esneme, bıkkınlık, ıslık, alkış, coşku, hüzün.

Azgelişmişlik, uzay, cunta, işkence, tüp bebek, darbe, süperler, seçim, AİDS, barış, idam, devrim.

Ve kocaman bir sahne.

Şiirin bugünkü konumu soruldu.

O bugün bizim burda, Türkiye'de, kuliste. Biz neredeyiz? Rolümüzü ve sahnemizi iyice belledik mi?

Yanıtımız "Evet"se, şiir bu evet'i duymuştur, meraktadır, sabırsızlanmaktadır, içi titremektedir, onu kimlerin büyük B'si sahneye taşıyacak? Kaçımız koruduk bu gücü, bunca sarsıntıda? Bu soruları, eğer varsa, güzelliklerimiz, sevgililerimiz, BEN'imiz aşkına yanıtlayalım hemen. Şiir bu yanıtı bekliyor bugün, kuliste.

İ.Ü. Edebiyat Kulübü, Poezyum
07.02.1989


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder